Sinema Yazıları: Kapitalizm'in Sinema Salonları veya Sinema Salonları Kapitalist Bir Araç Olabilir Mi?

Ankaralılar bilir, çok değil bundan 22 yıl önce (bu benim üniversite öğrenciliğim zamanlarıma denk gelir) Ankara’nın en popüler sinema salonları arasında Metropol, Ankapol, Akün, Kızılırmak Sinemaları başta gelirdi. Bunlar bildiğiniz anlamda, yaşı 20 civarında olanların “bildiğiniz anlamda sinema salonları” lafından başka şey anlayacağı kesindir bu noktada çünkü onların zihnindeki sinema salonu kavramı kapitalizm tarafından yaratılan bir kavramdır, bir tek büyük salonu olan 300-400 kişilik salonlardı. Her hafta bir film oynar ve gene Cuma günleri film değişirdi. Sonra tekrar bir hafta aynı film gösterilirdi. Ancak şahlanan kapitalizm ve kapitalizmin başka bir yayılım aracı olarak Amerikan sinema sektörü Hollywood’un ürettiği filmlerin de sayısal olarak şahlanmasıyla beraber, kapitalizmin yayılmaya başladığı ülkelerde de “haftada bir film oynatma” politikası değişti. Tabii bunun için önce sinema salonlarının değişmesi gerekiyordu. Her hafta daha çok film oynatabilmek/ pazarlayabilmek için, daha çok sinema salonuna ihtiyaç vardı. Bunun üzerine önce Ankara’nın Metropol ve Ankapol gibi büyük ve tek salonlu sinemalarında olduğu gibi, o 500 kişilik salonlardan 100’er kişilik 5 salon çıkarıldı; hatta “cep sineması” adı altında bizim evdeki LCD’den biraz daha hallice perdelerin bulunduğu 50 kişilik salonlar bile yapıldı. Öyle ki bu salonlarda kolonların arkasına bile koltuk konup satışı yapıldı. Ardından özellikle yeni açılacak sinema salonlarının, Metropol, Ankapol, Kızılırmak, İstanbul’da da geçenlerde yıkılan Emek Sineması’nda olduğu gibi tek bir sinema binası olması yerine, bunların AVM’ler yani alış veriş merkezleri içerisinde yer alması sağlandı. Böylece sinemaya film izlemeye giden seyirciler, sinemadan önce veya sonra AVM’deki mağazalardan, marketten alış veriş yapmaya yani daha fazla para harcamaya yönlendirilmiş oldu. Hatta filmden önce sinemanın fuayesindeki büfeden patlamış mısır veya içecek vs. almak isterseniz, bu size dışarıdakinden 2 kat daha fazla fiyata satılacaktır. Bu da haftada bir veya hatta ayda bir sinema salonuna giden seyirciyi sömürmenin bir başka yöntemidir…
Ardından "teknolojik birer gelişme olarak" Dolby Digital ses kaydıyla ekranda gördüğümüz görüntülerin sesleri bangır bangır beynimizin içine sokulmaya başladı; elbette bu ses sistemi bizi gerçek dünyadan koparmanın ilk adımıydı. Tıpkı yolda yürürken kulaklıkla MP3 -o da artık cep telefonuna eklendi- dinleyen bir insanın etrafındaki diğer seslerden kendini soyutlayarak, onlara karşı kayıtsızlaşması gibi bir etki yapıyordu bu ses sistemi sinemaya gelen seyircide. Ardından 3D ve IMAX gibi teknolojiler eklendi sinemaya ve böylece seyircinin bu teknolojilerle birlikte sayısı daha da artan fantastik filmlerin dünyasına "neredeyse içindeymişçesine" girmesi sağlanıp 2 bazan 3 saat boyunca gerçeklikten iyice koparılmaya başlandı. Elbette bu durum seyirci üzerinde bir uyuşturucu etkisi yapmaya başladı ve gerçek dünyadan sıkıldığını, baskısı altında ezildiğini hissetmeye başladığı an bununla savaşmak yerine sinemaya giderek kendisini başka bir dünyaya atıp, 120 dakika da olsa gerçeklikten kaçıp kurtulmayı tercih etti. İşte bu tür sinema seyircisi Gezi olayları sırasında da devrim yapmak yerine elinde şarap şişesiyle poz vermeyi seçti ve Gezi gündelik yaşantımızın içindeki fantastik bir an olarak yaşandı ve yer etti zihnimizde.
Bu açıdan bakıldığında sinema salonları aslında bir anlamda "Platon'un mağara kuramı"ndaki gibi işlev görürler. Duvara yansıtılan hareketli resimlerle bize yeni bir gerçeklik yansıtılır; öyle ki bu gerçeklikte bir kötü adam olarak Erol Taş'tan öldüresiye nefret ederiz veya kahramanımız başroldeki genç kadını kurtarınca salonu alkış ve ıslığa boğarız, keza kahraman filmin sonunda ölünce gözyaşlarımızı tutamayız. Eğer bir insanı, Platon'un mağara kuramındakine benzer şekilde, doğduğu andan itibaren sürekli bir filmin oynadığı sinema salonunda tutarsanız seyrettikleri onun tek gerçekliği olacaktır. İşte 3D ve IMAX teknolojileri bu duygusal etkileşimi bir kaç basamak daha öteye taşıyarak, sanki biz o film içine ve o sinema salonunda doğmuşuz gibi, artık bizim o duvara yansıyan görüntünün bir parçası olmamızı veya öyle hissetmemizi sağlamışlardır. Tabii bunların hepsi bizim daha iyi film seyretmemiz için değil, kapitalizmin daha çok kazanması için yapılmaktadır.
Ayrıca yukarıda andığım Ankara’daki sinema salonları içerisinde sadece Akün Sineması bu teslimiyete karşı çıkmış, ancak diğer çok salonlu, 3D'li sinemaların kazancı karşısında ayakta duramayarak bir tiyatro sahnesine dönüşmüştür. Bunu da belirtelim dedik...
Öyle anlaşılıyor ki, sinema salonlarımızın şeklini de kapitalizm belirlemekte ve bunu bir sömürü aracı olarak kullanmaktadır…

NOT: Zaman zaman yazı edit edilecektir. Bu ilk kusmadır... Takip etmeye devam ediniz.

Yorumlar

Popüler Yayınlar